8.Bölüm: Onu unutmak mümkün mü? Aşk acısı nasıl geçer?

    Kadınlar hakkında şimdiye kadar öğrendiği bilgileri ve aklındaki kadını uzun uzun düşündü. Halasının evindeki Doktor Kadın’ın anlattığı psikolojik rahatsızlıklar aklına geldi. Kalbi ve ruhu zarar görmüş kadınları düşündü. İlgisiz, sevgisiz ve kararsız kadınları hatırladı… Kimseyi hor gören ve aşağılayan biri değildi, herkesin daha iyi olmasını isterdi. Ancak bazı sorunları düşündüğünde, gelecekte karşılaşılabileceği olayların, şimdiki gibi romantik olmayabileceğini hissediyordu… Aşk; bir çocuğun yaşama iradesi ise, onlarınki bir çocuğu yaşatabilecek kadar güçlü müydü? Aklındaki kadının merhameti yeterli miydi? Tüm bunları gözden geçirip, onu unutmak istiyordu. Ama bu zor geliyordu.
    Mimar ve Kimyacı ile birlikte, çam ağaçları ile kaplı yüksek bir dağın tepesinde piknik yapmak için sözleştiler. Piknikte onlarla konuşmak istediği bazı konular vardı ve bunları gitmeden önce kafasında netleştirdi. Birini unutmanın yolu nedir? Unutmak mümkün mü? Ruh ikizi var mı? Ayrılık acısı nasıl geçer? Yeni birini sevmek, yeniden aşık olmak mümkün mü?
    İkindi vakti dağa vardılar. Eşyaları indirdiler. Mimar, piknik yeri hakkında bazı bilgiler verdi. Ağaçların türü, dağın rakımı, tarihte yaşanan olaylardan bahsetti. Buraya daha önceleri de geldiğini ve her geldiğinde eski günleri, eski arkadaşları az da olsa hatırladığını söyledi:
    “Birini sevmeye başladığınızda, her şeyinize onu da katarsınız. Gittiğiniz mekanlar, gezdiğiniz yerler, aldığınız hediyeler, yedikleriniz, içtikleriniz, her şeyiniz onunla birlikte hafızanıza kaydolur. Tüm eşyaya onu da bağlarsınız. Ayrıldığınızda; o gider ama geride kalan tüm o mekanlar ve eşyalar, sana onu hatırlatır… Bu böyle bir süre devam eder. Çünkü her şey onunla birlikte beynimize işlenmiştir.”
    Mimar’ın da geçmişte unutmak için çabaladığı birileri olduğu belliydi… Ama şimdi eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayatı vardı. Geride kalan o günleri, kısa bir cümleyle ve hiçbir şey hissetmeden söyleyip geçiyordu. Mimar ve Kimyacı’dan cevap bekler gibi ortaya bir soru sordu:
    “Birini unutmaya karar vermek, vazgeçmek, kolay mı? Yeni birini sevmek, yeniden aşık olmak, çoğu kişiye imkansız görünür. Bu süreci insanlar nasıl atlatıyor, merak ediyorum. Unuturken acı çekmiyorlar mı? Mutsuz olmuyorlar mı?”
    Mimar:
    “Elbette biraz üzüntü ve acı yaşanıyor. İnsan yaptığı masraflara, aldığı hediyelere, harcadığı paralara üzülmüyor. Ümitlerinin ve hayallerinin onu yanıltmış olmasına, aldanmasına üzülüyor. Geride kalan ve boşa geçen zaman daha çok acı veriyor. Para yeniden kazanılabilir ama giden zamanı geri almak maalesef imkansız.”
    Kimyacı, bir ilişkinin başında her şeyin belli olacağını, aradan uzun zaman geçtiğinde daha büyük acılar yaşamaktansa, baştan karar vermek gerektiğini söyledi:
    “Eğer işler yolunda gitmiyorsa, sürekli sorun yaşanıyorsa, ilişkinin yürümeyeceği bellidir. Başında böyleyse, ilerde daha büyük sorunlar yaşanabilir. İnsan elinden geleni yapmalı, olmuyorsa zorlamamalı, razı olmalı. Zaten her şey yolunda gitseydi, kendiliğinde ilerlerdi. Olmadıysa ‘Neden bu olay başıma geldi’ diye mantık aramaya gerek yok. Herhangi bir musibet gibi görmek lazım; ders almalı ve biraz daha olgunlaşmalı…”
    Kimyacı bu işleri biraz kolaymış gibi anlatıyordu. Karar vermek, vazgeçmek, unutmak bu kadar kolay olmamalıydı. Kimyacı’ya sordu:
    “Vazgeçmek ve unutmak bu kadar kolay olabilir mi? Nasıl anlayacağız iyi biri olup olmadığını, sevgisini nasıl ölçeceğiz? Geleceği nasıl görebiliriz ki?”
    Kimyacı:
    “Eğer bir insan seviyorsa adım atar. Adım atmıyorsa, aklında başka biri vardır. Görüştüğü, konuştuğu başka birileri olabilir. Seven insan; gurur ve kibir dinlemez, adımını atar. Ufak tefek nazlar ve kaprisler olabilir ama yine de adımını atar. Bunu herkes ayırt edebilir. Eğer kafasında başkası biri varsa, ‘Allah sahibine bağışlasın’ demek ve razı olmak gerekir. Onu başkasına ait bilmek ve kabullenmek önemlidir. Başkasını daha çok sevdiğini ve onunla görüşüp konuştuğunu bilmek, ondan soğumayı kolaylaştırabilir.”
    Kimyacı, anlatıp anlatmamakta tereddüt ettikten sonra, biraz duygusal, biraz üzgün bir şekilde, tanıdığı birinden bahsetti:
    “Böyle birini hatırlıyorum. Kimseyle ilgilenmiyormuş gibi görünürdü, soğuktu. Çok konuşmaz, kimseye yüz vermezdi. Sonra fark ettim ki, bizimle konuşmayan, yanlış anlaşılır diye iki satır mesaj yazmayan kız, yakın çevresinde olmayan ve kendinden daha genç erkeklerin artist fotolarına “like” atmış. Kimse ondan beklemezdi. Tabi onlar yanlış anlar diye hiç düşünmemiş!.. Belki anlaşılmak istediği tam olarak buydu, bilemiyorum. Ama ona hak veriyorum… Elbette evlenecek bir erkek arayışında olmalı, ara sıra küçük adımlar atmalıydı… Kendine daha yakın bulduğu erkeklerden biri evli çıktı, diğeri nişanlı. Sanırım kendi de bunu sonradan öğrendi ve öğrendiğinde içi yanmış olmalıydı... Özellikle nişanlı erkek için biraz çabaladığı fark ediliyordu.”
    Kimyacı devam etti:
    “Vicdansız, sevgisiz, ilgisiz biriyse, unutmak biraz daha kısa sürebilir. Onun, hayalindeki kadar iyi biri olmadığını ve sevgisinin sahte olduğunu anladığında, yavaş yavaş kalbinden uzaklaşıp gidecektir.”
    Mimar:
    “Dünya küçük... Bazıları böyle bir olay yaşadığında, hem kendi saygınlığına, hem de karşısındaki kişinin saygınlığına zarar veriyor. İş hayatını ve özel hayatını berbat ediyor. İnsanların yüzüne bakamayacak hale geliyor. Bu konularda çok dikkatli olmak lazım.”
    Az önceki sorular, Mimar’ın da kafasını meşgul etmişti. Vazgeçmek ve unutmak neden bu kadar zor oluyordu. Elindeki kuru çam dalıyla, yere rastgele çizgiler çizerek konuştu:
    “Acı çeken insanların çoğu, karşısındaki kişiyle iletişim sorunları yaşadığı için acı çekiyor. Konuşmaktan çekindiği için veya korktuğu için, sorunları kendi kafasında çözmeye çalışıyor. Kendi kendine sorular soruyor ve cevaplarını da yine kendi kendine veriyor. Cevap bulamadığı sorular olursa “şüphe” içinde kıvranıyor. Anlaşılamayan ve çözülemeyen konularda, açık açık konuşmak yerine, uzun uzun düşünüyor... Konuşmalı, yanlış anlaşılan bir konu varsa düzeltilmeli. Herkes elinden geleni yaptıktan sonra,  hala durum olumsuz ise, o zaman ısrar etmeye gerek yok. Artık unutmaya başlamak lazım…
    Birini kafamıza yerleştirip, sonra büyüttüğümüz gibi, bitmesi gerektiğinde de, kafamıza almalı ve unutmayı büyütmeliyiz… Unutmayı niyetimize aldıktan sonra, irademize sahip çıkarsak, bir süre sonra kaybolup gidecektir…”
    Kimyacı:
    “Yoruluncaya kadar meşgul olmak da önemli. Boş kaldıkça insan kafasında çevirir durur, kuruntu yapar. Eski olayları yeniden düşünür. Keşke şöyle deseydim, orada bunu yapmasaydım diye pişmanlık duyar. Eski olayları tekrar tekrar düşünür. Bitmiş bir ilişkide, geçmişte yaşananları yeniden düşünerek bir çözüme ulaşmak, neredeyse imkansızdır.* Sadece yaşanan acı ve unutma süresi biraz daha artmış olur.
    İnsan; beynini ve bedenini meşgul etmeli, yormalı, bir işle uğraşmalı… Evde bir odaya kapanmak, günlerce düşünmek, insanlardan uzaklaşmak, durumu daha da kötü hale getirir. Arabesk takılmak, aşk konulu şarkılar dinlemek, filmler izlemek, acıyı arttırır. Yeni bir ilgi alanı bulmak, bir şeylerle uğraşmak, yeni öğreneceği bir konuyla kafasını meşgul etmek faydalı olacaktır.”
    Mimar, bu konuda bir makaleden bahsetti. Guy Winch’in, Ted konuşmalarında, kırılmış kalpten söz ettiği meşhur konuşma. Orada anlatılanlar da aslında ayrılık acısı hakkındaydı:
    “Ünlü psikiyatri uzmanı Guy Winch, ayrılık süreçlerinde insanların kalplerinin kırıldığını ve kalp kırıklığı iyileşirken çok büyük zorluklar yaşandığını anlatıyor. Bu acıyı; uyuşturucu bağımlılarının yoksunluk krizine benzetiyor. Günlük hayatta sorunlar, iş yerinde verimsizlik, dalgınlık, geçici IQ düşüklüğü olabilirmiş. Guy Winch, bu acıyı ruhsal bir yaralanma olarak ifade ediyor. Çare olarak; onu hatırlatacak şeylerden uzaklaşın, hayatınızı yeniden gözden geçirin ve boşlukları doldurun, yani meşgul olun diyor. Guy Winch, bunu bir savaşa benzetiyor ve mücadele edip başarmamızı istiyor.”
    Mimar:
    “Önce unutmayı istemeliyiz, karar vermeliyiz. ‘Kırılmış Bir Kalp Nasıl İyileşir’ makalesindeki yöntem bana çok mantıklı geldi. Unutmak istediğimiz kişinin iyi ve kötü yanlarını; bir kağıda, telefona veya bilgisayarda Excel'e, iki ayrı sütun halinde yazmalıyız. Kötü yanlarını ve zaaflarını görmek, içimizden gelmeyebilir. Biraz zorlamak lazım. Böyle bir liste yapmalıyız. Çünkü insan, yaşadığı her şeyi, onunla ilgili iyi ve kötü bilgileri, kafasında bir anda topluca düşünemiyor. Verilerden birkaçı eksik olursa, sonuç çıkmıyor. Ama iki ayrı sütun halinde liste yapılırsa, karşılaştırıp karar vermek daha kolay oluyor. Ve onu hatırladıkça, olumsuz listeye bakmak etkili olacaktır...”*
    Kimyacı:
    “Evet, bu yöntem etkili oluyor. Etkili olmasının bir sebebi de, bizi istemeyen kişinin zorla kabul ettirmek istediği ayrılığı, kendi içimizden gelerek biz tercih etmiş oluyoruz... Ayrılığı bize karşı dayatılan ve kabul etmemiz gereken bir karar olarak görüyoruz. Karşımızdaki kişinin isteğine uymak emir gibi geliyor ve emre karşı geliyoruz. Ama kendi içimizden gelince razı oluyoruz.”
    Mimar anlatmaya devam etti:
    “Aslında süreci uzatan, insanın içindeki şüphe… Kafasında bir sürü “acaba” dolaşıyor. Belirsizliği giderebilse, her şeyi netleştirip kafasındaki şüpheyi yok edebilse, işler kolaylaşacak. İnsanın mutsuzluğunun iki önemli sebebinden biri olan “şüphe” burada da etkili. Olmayacağından emin olsa, içinde şüphe kalmasa, insan yoluna devam eder, unutur gider. Ölen bir insanın, bir daha geri gelmeyeceğine inanıp kabullenmek gibi… Ölen kişiyle ilgili bir şüphemiz yok. Gitti ve asla dönmeyecek. Ama yaşayan kişiyle ilgili şüphe az veya çok oluyor. Aslında birisi öldüğünde duyduğumuz acı ile sevdiğimiz kişiden ayrıldığımızda duyduğumuz acı birçok yönden benzerdir.”
    Kimyacı son cümleyi duyunca hemen söze girdi. Biraz kabul etmek istemezmiş gibi konuştu. Kafası karışmıştı:
    “Sevdiğimiz biri öldüğünde duyduğumuz acı, diğer acıların yerini tutamaz. Ama benzerlikler olabilir. Schopenhouer’a göre aşk; dünyaya inmek isteyen bir çocuğun yaşama iradesinden ibaret ise, aşkın karşılıksız kalması, çocuğun ölmesi anlamına mı geliyor? Aşk karşılıksız kalınca, bir çocuğun ölmesi gibi acı mı duyuyoruz? Bilemeyeceğim ama bazı acılar gerçekten zor oluyor ve uzun sürüyor.”

    Az önce konuşulan “şüphe” ile ilgili sözler dikkatini çekmişti. Mutluluk konusunu üniversite okurken çok araştırmıştı. Yeni yetişen her insan gibi, o da hayatı ve mutluluğu çözmeye çalışıyordu. Bu konuda makaleler ve kitaplar okuyor, filmler izliyor, özlü sözler not alıyordu. Ama en tatmin edici bilgiye, kısa bir paragrafta rastlamıştı. Kitapların sayfalar dolusu yazıyla anlatamadığı o sır, kısa bir paragrafta, birkaç kelimenin anlamında saklanmıştı. O paragrafı küçük bir kağıda not almış ve sürekli cüzdanında taşıyordu. Cüzdanından çıkarıp onlara okudu:
    “Muhakkak ki Allah; ölçü ve adaletiyle, sevinç ve ferahlığı; yakin ve rızada kıldığı gibi, üzüntü ve kederi de; şüphe ve hoşnutsuzlukta kılmıştır.”
    Onlara okuduktan sonra, Kimyacı kağıdı istedi ve bir kez de kendisi okudu. Sonra Mimar kağıdı aldı, okudu ve biraz düşündükten sonra:
    “Bu bir hadis-i şerif. Ben bunu daha önce duymamıştım ama mutsuzluğun en önemli sebebinin “şüphe” ve “hoşnutsuzluk” olduğuna inanıyorum.”
    Mimar, telefonuyla paragrafın fotoğrafını çekti. Kağıdın arkasında birkaç paragraf daha vardı. Onları da çekti ve kağıdı geri verdi. Diğer paragraflar; “kötülük”, “yalan”, “şüphe” ve “kabullenmek” hakkındaydı.*
    Mimar:
    “Şüpheden daha şiddetli bir bela var mı? 'Yakin' kelimesi; kesin inanmak, emin olmak gibi bir anlama geliyor. Aşk da iman gibi kesinlik istiyor. Şüphe kaldırmıyor. İnsanın içinden gelecek, inanacak, hissedecek. İspata, delile gerek yok ki. Bir insan aşık olmuşsa, içindeki duygunun sebebini, nedenini bilemez. Delil, ispat aramaz.”
    Kimyacı:
    “Kimseye güvenemeyen, kimseyi sevemeyen, her şeyden şüphe eden bir insanın, dini de imanı da sorunlu olabilir. Yalan söylemek, kötülük yapmak, bazı insanlara daha kolay geliyor. Mutsuz oldukları için ahlakları bozulmuyor, ahlakları bozulduğu için mutsuz oluyorlar.”*
    Konuşulanlar, onu “şüphe” konusunda düşünmeye sevk etti. Aklındaki kadın hakkında uzun süre “şüphe” içinde yaşamaktan korktu. Çünkü bu durum; insanı mutsuz etmekle kalmayıp, kalıcı olabilecek duygu ve düşünce hasarlarına bile neden olabilirdi. Sevdiği kadın veya adam yüzünden travma yaşamış insanları düşündükçe, biraz daha korktu.
    Bir taraftan yiyecekleri hazırlıyorlar, diğer taraftan konuşuyorlardı. Konu üçünün de ilgisini çekiyordu. Çünkü bu konuda geçmişte yaşadıkları küçük veya büyük acıları vardı. Tecrübelerini, duyduklarını ve okuduklarını paylaşmak, onlara keyf veriyordu. Ara sıra işi bırakıp daha dikkatli düşünerek konuşuyorlardı. Kimyacı, aşk konusunda erkeklerin daha çok acı çektiğini düşünüyordu:
    “Erkekler ayrılık acısını kadınlardan daha yoğun yaşıyor. Kadınlar acıya daha dayanıklı. Erkeklerin acıya dayanmaları zor oluyor. Kadınların çektirdiği acıyla, şair, yazar, filozof olmuş çok erkek var. Peki kadın var mı?”
    Mimar, aşk bağımlılığın daha çok çocukluk dönemiyle ilgili olduğunu, erkek veya kadın olmasının çok fark etmediğini söyledi:
    “Çocukluğunda yeterli anne-baba sevgisi görmeyenler, büyüdüğünde karşısındaki kişinin kendisini sevmesi için büyük bir çaba içine giriyor. Onun sevgisini kazanamamak veya onu kaybetmek, büyük acı çekmesine neden oluyor. Çünkü kendini değersiz ve boşlukta hissedecek. Bu durumdan korktuğu için, gitmeyecek bir ilişkiye veya bitmiş bir ilişkiye hala sarılmaya, ümit beslemeye devam ediyor.”
    Kimyacı:
    “Evet, bazıları aşk konusunu, psikolojideki bağlanma kuramlarıyla açıklıyor.”*
    Yiyecekleri hazırlarken yanlarından yaşlı bir çift yürüyerek geçti. Bir süre başka konulardan konuştular. Daha sonra, kadın peşinde koşup işini batıran insanlardan söz ettiler.
    Kimyacı:
    “Bazı insanların unutma ve ayrılma sürecini atlatması daha uzun zaman alıyor. ‘Eyvah, tüh, ben ne yapmışım, boş yere kafamı yormuşum, işlerim aksamış, boş yere bir sürü zaman geçmiş’ diyorlar ama geçen zamanı geri getirmek mümkün olmuyor. Aylar geçiyor, bazen yıllar geçiyor… Giden dönmediği gibi, birçok fırsatlar da elinden kaçmış oluyor. Eğitimi, işi, kendi sağlığı zarar görmüş olarak ortada kalıyor.”
    Mimar:
    “Reşat Nuri Güntekin’in bir romanı var. Damga. O romandaki adam, hayatının en verimli yıllarını, hatta büyük kısmını, bir kadının peşinde koşmakla heba ediyor. Sonunda adam şöyle diyor: ‘Hayatımı bir vehme kurban etmişim.’ Bazı kişilerin yaşadığı budur. Bir “vehim” yüzünden hayatını mahvetmek. Yeni insanlar dünyaya geliyor, büyüyorlar ve bu “vehim” onları da yakalayabiliyor. Filmlerden, kitaplardan, çevrelerinde gördükleri olaylardan ibret almayanlar, bir “vehme” düştüklerini sonradan anlıyor.”
    Unutma süreci hakkında konuşmaya devam ediyorlardı. Kimyacı, unutmayı deniz dalgasının sönmesine benzetti:
    “Bir anda unutmak, kafadan silmek mümkün olmuyor. Aklımızdaki kişiyle ilgili duygularımız, sönen bir deniz dalgası gibi zamanla bitecektir. Ara sıra yine akla gelir. Ama eskisi gibi uzun sürmez ve acı da vermez. Gelir, geçer.”
    Mimar:
    “Birisini unutmak için çok çaba sarf etmek, aşırıya kaçmak, farklı yöntemler denemek, çılgınlıklar yapmak gerekmiyor. Nasıl ki zorla bir insana aşık olamıyorsak, birisini kafamızdan zorla atmak da mümkün değil… Onu hatırlatacak şeylerden uzaklaşıp, her şeyi zamana bırakmak, kendimizi meşgul etmek ve beklemek… Yeni birinin geleceğine ve onu daha çok seveceğimize, aynı duyguları, daha iyi biri için hissedebileceğimize, onun da bizi seveceğine inanmak ve ümitle beklemek…
    Henüz yeni biri başlamadan bunu düşünmek çok zor. O evreye, o boyuta insan geçemez. Yeni biri başlamadan bile, biraz ilgi çeken biriyle karşılaştığımızda, diğerini neden çok abarttığımıza anlam veremiyoruz.  ‘İyi ki onun için daha fazla adım atmamışım, iyi ki olmamış’ dediğimiz anlar bile olur. Ondaki olumsuzlukların hiçbirinin olmadığı, daha iyi birinin karşımıza çıkacağını ümit etmek ve beklemek lazım. Daha iyilerinin olduğunu bilmek acımızı azaltacaktır.”
    Mimar’ın anlattıklarını ikisi de dikkatlice dinlemişti. Kimyacı, yeni birinin olabileceğini ümit etmenin ve o evreye geçebilmenin etkili olabileceğini söyledi. Bu konuda bir filmden bahsetti:
    “Aslında birini unutmanın yolu ve yöntemi, ‘Eternal Sunshine of the Spotless Mind - Sil Baştan’ filminde anlatılıyor. Onu hatırlatan tüm eşyaları toplayıp yok ediyorlar. Filmdeki doktor, bu eşyaları kullanarak hafızadan silme operasyonu yapıyor. En etkili yollardan biri budur. Onu hatırlatan her şeyi; numarasını, mesajlarını, fotoğraflarını, hediyelerini yok etmek. Birlikte dinlediğiniz şarkıları silmek ve dinlememek. Onu hatırlatan filmleri izlememek ve yok etmek… O aklına geldiğinde hemen uzaklaştırmak.
    Sosyal medya hesaplarından takip etmeyi bırakmak, hatta hesabına hiç bakmamak. Stalk yapmak; acıyı arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü; sosyal medya hesaplarında en ufak bir değişiklik görmek, insanın aklını kurcalar ve yara yeniden açılır. Hiç alakası olmayan bir adamdan veya kadından şüphelenip evhama kapılabiliriz. Aklımıza gelen vesveseler bizi daha kötü yapabilir.
    Onunla ilgili her şey bittiğinde ise, bir yabancı gibi gelmeye başlar bize… Aynen filmdeki gibi. Hiç tanımadığız sıradan birine bakar gibi bakarız...”

sil-bastan-beyinden-silme-islemi

Eternal Sunshine of the Spotless Mind-Sil Baştan filminde, sevilen kişiyi hatırlatan eşyaları kullanarak hafızadan silme işlemi yapan doktor.

    Mimar:
    “Evet, o filmi çok iyi hatırlıyorum. Sonlarında bir söz geçiyor. Filmin özeti gibi: ‘Biriyle bu kadar zaman harcayıp, onun bir yabancı olduğunu görmek, öyle büyük bir kayıp ki, zaman kaybı, büyük bir zaman kaybı…’ Her şey bittiğinde bir yabancı gibi geliyor, bir zamanlar kendimizin bir parçası gibi gördüğümüz insan…”

sil-bastan-zaman-kaybi

Eternal Sunshine of the Spotless Mind-Sil Baştan filminde, Joel’in kızı bir yabancı gibi gördüğü ve büyük bir zaman kaybı yaşadığını anladığı anlar.


 Eternal Sunshine of the Spotless Mind-Sil Baştan filminde, kızı bir yabancı gibi gördüğü ve büyük bir zaman kaybı yaşadığını anladığı anlar.

    Kimyacı:
    “Genelde bu konuda “unutmak” kelimesi kullanılır ama insan unutmaz, sadece hatırlaması zorlaşır. Onunla ilgili daha az şey hatırlarız, eskisi kadar aklımıza gelmez. Yıllar sonra görsek bile, eskisi kadar heyecanlanmayız, geçer gideriz. Hatta içimizden şöyle deriz: ‘Bu muymuş, bir zamanlar benim acılar içinde kıvrandığım, peşinde koştuğum…’ Evet, insan şaşırır o geçmişteki çabalarına. Hele onun yaşı ilerlemiş, kiloları artmış, hayatın yükü yüzüne yansımışsa, yanında çocukları da varsa, iyice şaşırırız geçmişteki o abartılı duygularımıza… Yanında birini gördüğümüzde kıskançlıktan çatladığımız kişi, şimdi umurumuzda bile olmaz. Eskiden yaşadığımız o kıskançlıklarımıza güler geçeriz.”
    Kimyacı devam etti:
    “Erkeklerin hayalinde büyütüp olağanüstü gördüğü kadınların etkisinden kurtulması için, ilginç bir yöntem duymuştum yıllar önde. Aşık olduğu kadını elbisesiz olarak düşünüp, onu sıradan bir kadın gibi hayal etmek... Onun vücudunun da diğer kadınlar gibi olduğunu, farklı olmadığını düşünmek. Böyle düşünüldüğünde, kadın basit ve sıradan bir hale gelip, gizemi kayboluyormuş.  Bana mantıklı gibi geldi. Erkek; aşık olduğu kadınla cinselliği yaşadığında, kafasındaki o büyü dağılır diyen filozofun düşüncesine benziyordu.”
    Mimar:
    “Biraz sıra dışı bir yöntemmiş. Unutmak istediğimiz birisi için çektiğimiz acıların ilerde geçeceğini düşünmek ve buna inanmak da önemli. Sadece kendi başımıza gelmediğini, herkesin başına gelebileceğini, biraz acı çektikten sonra zamanla geçeceğini bilmek, insanı rahatlatabilir.”
    Mimar, biraz duygusal ve yavaş konuşarak konuşmaya devam etti:
    “Bir zamanlar benim arabayla sürekli gidip geldiğim bir yol vardı. Yolda giderken aklımda hep o olur, onu düşünürdüm. Sonra bir gün, aynı yolu giderken, fark ettim ki, aklımda ve yanımda başka biri var ve o yok olmuş… İşte öyle kaybolur giderler, yok olurlar...”
    Kimyacı, etleri pişirmek için kullandıkları kömürden 3-4 tane ceviz büyüklüğünde parça aldı. Dışı bilek kalınlığında, beyaz toprakla kaplı bir kovanın içine koydu. Dışındaki toprak, ısı yalıtımı yapıyor ve çok az kömürle çay pişiyordu. Kimyacı, kömürde kaynatılmış suyla yapılan çayın lezzetinin farklı olduğunu, azıcık kömürden, beklenenden çok enerji ortaya çıktığını anlattı. “Mantuz” adı verilen bu ocaktaki ısıyı, plazma olayındaki ısıya benzetiyordu.

mantuz

Mantuz.

    Çayları içerken, Kimyacı “oneitis” adında bir hastalıktan söz etti. Aşırı bağlanma ve unutamama hastalığı. Her aşık olan kişinin bu hastalığa yakalanmadığını ancak belli kişilerin risk altında olduğunu anlattı:
    “İnsan; tüm aşkların aynı olduğunu, herkesin yaşadığı duygunun aynı olduğunu bilse, kendini aşka bu kadar çok kaptırmaz. Hayal ile gerçeğin farkını ayırt etmek biraz zaman alıyor. Aşk konusunda yeterli bilgiye sahip olan biri, temkinli ve tedbirli davranırsa, böyle acı veren bir sürecin içine kolay kolay düşmez. İradesine sahip olabilirse, böyle bir hastalığa yakalanmaz. Oneitis hastası; karşısındaki kişinin kendine özel olduğunu ve ondan başkasının olamayacağını düşünür. Ruh ikizi gibi. Gözü kimseyi görmez. Onun çok özel biri olduğunu ve bir tane olduğunu düşünür. Kafasında bir vehim, kuruntu oluşmuştur. Zaten hastalığın adında 'iltihaplı hastalık' anlamı var.”
    Mimar:
    “Filmler sayesinde herkes ruh ikizini arıyor, bekliyor. Aşık olduğu kişiye “ruh ikizim” dediği halde altı ay geçmeden ayrılıyor. Sevmediği kişiye deli gibi bağlananlar da var… Sosyal medyadan, sanal alemden yazıştığı kişiye kendini kaptıranlar da oluyor. Uzakta, isimsiz ve resimsiz olunca, hayallerinde daha çok büyütüyorlar, daha cazip geliyor. Bence karşıdakinin kim ve ne olduğu önemli değil, kendini kontrol edemeyen kişi, saplantılı bir şekilde bağlanabiliyor.”
    Kimyacı “oneitis” hastalığı hakkında konuşmaya devam etti:
    “Sürekli onu düşünüyor, geleceğe dair hayaller kuruyor. Onu ve yakın çevresini araştırıyor, sosyal medyadan takip ediyor. Yazdıklarına, fotoğraflarına defalarca bakıyor. Her telefon sesinde heyecanlanıyor. Yeni hiçbir şey olmasa bile, boş boş telefonun ekranına bakıyor!.. Arkadaş listesinde kim var, yeni eklenen kişi kim, o resmi neden paylaştı gibi her şeyi kafasına takıyor. Aşırı kıskançlık, güvensizlik, paranoyakça davranışlar başlıyor. Zaten aşkı körükleyen en önemli şeylerden biri “kıskançlık” duygusudur. Çok değil, birkaç hafta sonra kafasını onunla ilgili düşünceler kaplamış oluyor. Onun sıradan özelliklerini yüceltiyor, kusurlarını görmemeye başlıyor. İşine odaklanmakta zorlanıyor. Çevresindeki kişilerle iletişimini azaltıyor, yalnız kalıp düşünmeyi tercih ediyor.”
    Kimyacı’nın anlattıklarını dikkatlice dinleyen Mimar, “kıskançlık” konusunda yaşadığı bir anısından bahsetti:
    “Üniversiteye başladıktan üç ay sonra, karşımdaki sırada oturan güzel bir kız ilgimi çekmeye başlamıştı. Ara sıra bakışıyor, konuşmaya çalışıyordum. Sakin, düşünceli, duygusal, ciddi görünen bir kızdı. İlgilendiği biri yoktu ve zaten erkeklerle çok muhatap olmuyordu. Kızı iyice aklıma yerleştirmiştim. Bir gün öğleden sonraki ders için okula gittim. Onu, kantinin bahçesindeki masada, bir erkekle karşılıklı ve yakın mesafede konuşurken gördüm. Neşeli ve gülerek konuşuyordu... Onu heyecanlı, konuşkan ve neşeli görmek zordu. Bir erkekle yalnız görmek ise neredeyse imkansızdı. Ama şimdi bir erkekle yakın mesafeden, neşeli, gülerek konuşuyordu...
    Gördüklerim beni adeta şok etmişti. Olduğum yere yığılacak gibi oldum, gözlerim karardı… Sınıfa gidip oturmak ve acımı, üzüntümü orada düşünmek istedim. Ayakta duracak halim kalmamıştı. Sınıfa girdiğimde, onu karşımdaki sırada oturmuş, dersin başlamasını beklerken gördüm… Az önce gördüğüm kız; başka bölümde okuyan ve kendisine çok benzeyen başka bir kızmış… Kantinde gördüğüm manzara buymuş... Peki, bana bu kadar acı yaşatan o manzarayla neden karşılaştım? Bunu neden yaşadım?
    İlk başlarda gerçekten paranoyakça hareketler yapıyoruz. “Vehim” ve “kuruntu” çok oluyor. İnsanın içinden gelen sesler, daha çok acı çekmesine neden oluyor. Olmayacak şeyler düşünüyoruz, şüphe duyuyoruz ve bu acımızı daha da arttırıyor. Bu iyi bir ses olabilir mi? Bilmiyorum… Şunu da ekleyeyim: O sakin, ciddi ve duygusal kız, başka bir gün, bir erkekle ayaküstü sohbet ediyordu… Ama bu defa gerçekti. Başka üniversitede okuyan bir erkek arkadaşıymış. Üniversite bitinceye kadar ara sıra yine geldi.”  
    Kimyacı’nın ve Mimar’ın anlattıkları kafasına takılmıştı. Her aşkın başlangıcında bunların olabileceğini düşünerek sordu:
    “Aşkın bir hastalık olduğunu söylüyor gibisiniz. Her insan aşık olduğunda aynı duyguları yaşamaz mı? Aynı şeyleri yapmaz mı?”
    Kimyacı:
    “Evet, her insan aşık olduğunda bunları yaşar. Ama “oneitis” hastalığına yakalanan kişi, olmadık kişilerle bunu yaşar. Sevmediği birine hastalık derecesinde aşık olabilir. Hiç olmayacak biri, onun için olağanüstü biri haline gelebilir. Aslında aşk duygusunu bir hastalık gibi görenler de var. Düşüncenin kanseri diyorlar. Kontrolsüzce çoğalan kanser hücresi gibi.”
    Mimar:
    “Herkes hastalık derecesinde yaşamıyor. Eğer bir taraf umursamıyorsa, git-gel yapıyorsa, kaçıyorsa, diğeri kovalamaya başlıyor. Hırs yapıyor. Neden peşinde koştuğunu o da bilmiyor. Ne hissettiğinden kendinin de haberi yok ama uğraşıyor.”
    Mimar konuşmaya devam etti:
    “Hiç olmayacak birine gönlünü kaptırmamak için, hasta gibi aşık olmamak için, boşluklara dikkat etmek lazım. İşlerin azalıp yavaşladığı zamanlara, dönem sonlarına, tatil başlangıçlarına ve tatil dönemlerine dikkat etmek lazım… İnsan boş kalınca, kafası bir yerlere sarmaya başlıyor. Boşluklar önemli… Boşluklara dikkat etmek lazım.
    Ayrıca sürekli gördüğümüz, birlikte çalıştığımız, yakınımızda olan insanlar; bizden uzakta yaşamak üzere ayrıldıklarında, dikkatli olmakta fayda var. Kaybedince, uzaklaşınca, daha çok düşünmeye başlıyoruz ve aklımıza yerleşiyor. Kaybetmek aşkı başlatabilir...”
    Kimyacı:
    “Yanlış bir aşka düşmemek için dikkatli olmakta fayda var. Bazıları yanıldığını erkenden anlıyor, iradesine sahip çıkıp kendini toparlayabiliyor. Bazıları ise, boş yere onun peşinde koştuğunu ve ilerde acı çekeceğini bildiği halde, kendini bu süreçten kurtaramıyor. Üstelik aynı acıyı daha önce birkaç defa yaşamış olmasına rağmen...  Başına gelenin ne olduğunu bilmeyip, senelerce acı içinde kıvranan insanlar da var.”
    Mimar:
    “Oneitis hastalarının bazıları çok abartıyor. Eğer bir aşk olayı cinayetle bitmiş ise, sebebi genelde böyledir. Onun başkasına ait olmasını kabul edememiştir.”
    Kimyacı:
    “Aslında o işin olmayacağını, karşılıklı ilgi ve sevginin yetersiz olduğunu kendisi de bilir. Fakat, içinden sürekli bir ses; ‘ondan daha iyisi yok, o giderse başka birini sevemezsin, o senin için çok özel’ diye vesvese verir. Bazen o ses, içindeki bir canavara dönüşür ve olay şiddete, hatta cinayete kadar gider. Kontrolden çıkmış bir oneitis hastası, kendine ve karşısındakine şiddet içeren eylemlerde bulunabiliyor.”
    Mimar:
    “500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filmindeki gibi, erkeğe belirsizlik yaşatan kadınlar hasta ediyor genelde. O kızda sorun olduğu belliydi. Kızın geçmişte saplanıp kaldığı, unutamadığı biri vardı. Buna rağmen, Tom ile beraberdi. Tom geriye dönüp baktığında, kızla arasında geçen birçok olayda, onun ilgisizliğini görebiliyordu. Kızın gidici olduğu belliydi. Maalesef Tom’a yazık oldu.”

500-days-of-summer-sogukluk

500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filminde Tom, kardeşinin tavsiyesi üzerine geçmişi düşündüğünde kızın ilgisizliğini anlıyor.


 

500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filminde Tom, kardeşinin tavsiyesi üzerine geçmişi düşündüğünde kızın ilgisizliğini anlıyor.

    Kimyacı:
    “Haklısın. Geçmişte sorunlu bir ilişki yaşamış, kalbi kırılmış, psikolojisi zarar görmüş kişiler; karşısındaki kişiyi hasta edecek şekilde kendine bağlayabilir. Aklında başkası vardır, eski biri… O nedenle; ne gidebilir, ne de kalabilir. Bu git-geller karşıdaki kişiyi bağlar. Kendisi oneitis hastası ise, karşısındaki kişiyi de oneitis yapma riski yüksek. Psikolojisi bozuk kişi, karşısındakinin de psikolojisini bozar. Bulaşıcı hastalık gibi…”
    Mimar:
    “Hatırladığım kadarıyla, Tom bir ara kıza şöyle diyor: ‘Sabah uyanıp kendini farklı hissetmeyeceğini bilmeliyim.’ Yani kızın duyguları o derece değişken... Bir gün farklı, diğer gün farklı. Bu değişken duygu durumu, psikolojik bir sorun olduğunu gösteriyor. Hatta bir sahnede kız; kimseye bağlı kalmadan yalnız bir hayat yaşamak istediğini söyleyince, karşısındaki kişi onu çapkın bir erkeğe benzetiyor ve şöyle diyor: ‘Vay canına, sen erkeksin.’ Evet, böyle tipler bazen erkek gibi çapkınlık da yapabiliyor.”
    Kimyacı:
    “O filmin ‘Hayaller ve Gerçekler’ sahnesinde, Tom, mimar olmasına rağmen, neden kart yazma işi ile uğraştığını şöyle açıklamıştı: ‘Sanırım bina gibi yıkılabilir bir şey yapmak yerine, kart gibi sonsuza kadar yaşayacak bir şey yapmak istedim.’ Bu cevap oldukça düşündürücüdür. Yanlış bir insan ve geçici dostluklar da böyledir… Kitap yazanların çoğunun kitapları da kaybolup gidiyor. Gazetecilerin köşelerinde yazdığı yazılar, yıllarca savundukları fikirler, siyasi partiler, takımlar, şirketler, örgütler, kaybolup gidiyor. Hangi dava kalıcı? Hangi eserimiz kalıcı? Yanlış aşklar da bina gibi yıkılıp gidiyor...”

    Mimar’ın bahsettiği 500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filminde, Tom’un şu iki sözü, unutma sürecini güzel anlatır:
    “Bir yanım onu unutmak istiyor. Bir yandan da bu evrende beni mutlu edebilecek tek insanın o olduğunu biliyorum.”
    “Ben ona dünya kadar şans verdim.”
    Sonuçta Tom, o kızın “tek kişi” olmadığını, hatta onun başkası için olduğunu anladı. Filmdeki “Hayal ve Gerçek” sahnesi, birçok erkeğin aklını başına getirmiştir.*

500-days-of-summer-hayaller-ve-gercekler

500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filminde, Tom’un sevdiği kızla ilgili hayalinde olanlarla, gerçekte olanların karşılaştırılması.


 

500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filminde, Tom’un sevdiği kızla ilgili hayalinde olanlarla, gerçekte olanların karşılaştırılması.

    500 Days Of Summer - Aşkın 500 Günü filmini duymuştu ama izlememişti. Çok önemli bir filmi izlemediği için bazı şeyleri kaçırmış olabileceğini düşündü. Filmin sonunda, Tom’un daha iyi biri* ile tanıştığını duyduğunda, içi biraz rahatlar gibi oldu...
    Kimyacı:
    “Bunların bazıları kumar makinası gibi çalışıyor. İnsanı uyuşturucu bağımlısı gibi yapıyor. Bilerek veya bilmeyerek karşısındaki kişiyi kendine deli gibi bağlıyor. Çoğu bunu bilinçsizce yapıyor. Bu şekilde belirsiz, kararsız ve sürekli değişken duygu durumu yaşayan kişi, ayrıldıktan sonra geri dönse bile, bir gün yine gidecektir. Kafasındaki şüphe ve belirsizlik nedeniyle geri dönme ihtimali yüksektir. Geri dönmesine aldanıp yeni adımlar atmak, her şeyin yeniden başladığını zannedip ilişkiyi ilerletmek, yeniden gittiğinde daha büyük yıkımlar yaşamaya neden olabilir. Böyle riskli birinden, daha ilk başta uzak durmak daha mantıklıdır. İleri gittikçe; boşa giden nişan veya evlilik masrafları, ailenin yıkılması, varsa çocukların ortada kalması, itibarının zarar görmesi gibi daha büyük yıkımlarla karşılaşma olasılığı var. Ayrıca boşanmış dul kadın veya erkek damgasını toplum hemen yapıştırıveriyor.”
    Mimar:
    “Genelde kinci, intikamcı, korkak, kimseye güvenemeyen, çok kibirli, aşırı kıskanç, öfkeli kişiler, böyle hastalıklı aşklar yaşıyor, birine takılıp kalıyor.”
    Kimyacı:
    “Evet, her şeyden nem kapan, şüpheci, kararsız, çok yalan söyleyen, endişeyle yaşayan kişiler bunlar.”
    Kimyacının son sözleri, ona biraz mantıksız geldi. Bir insanın sorunlu aşk yaşayacağı, sadece bu özelliklere bakarak anlaşılamaz diye düşünüyordu:
    “Bu özelliklerin hepsi mi olmalı, yoksa çoğunluğu mu? Sadece birkaçının olması yeterli mi? Eğer bu bir hastalık ise, sıradan insanlar teşhis koyamaz ki.”
    Kimyacı:
    “Bu özellikleri taşıyan kişilerin ilişkileri sorunlu oluyor. Böyle biri, geçmişte bir ilişki yaşamışsa, aklı orada kalıyor, bitiremiyor. Bu çok kolay anlaşılabilir. Konuşurken geç veya kısa cevap verir. Kendi konuşur ama karşısındaki konuşurken dinlemez, onun söylediklerini önemsemez. Yani ilgisizliği bellidir, rahatça anlaşılabilir. Bir mesaj veya e-mail yazdığınızda okumaz veya çok geç okur. Rahatsız olduğu konularda kaçamak cevap vermeye çalışır veya konuyu değiştirir. Konuşma sırasında basit bir eleştiri bile onu aşırı rahatsız eder. Laf dinlemez, yani ona bir gerçeği öğretemezsiniz, kabul ettiremezsiniz. Münakaşa ve huzursuzluk çıkaracak bir konu yoksa üretir. Aradaki soğukluğu hissedersiniz.”
    Kimyacı devam etti:
    “Böyle kişilerin peşinde koşan da çok olur. Gelen gitmez, kendi de bırakamaz. Çevresindeki kişilerin kendine olan ilgisinden, peşinden koşmasından keyf alır. Egosu tatmin olur. Bunların ilgi hastalığı için kullanılan argo bir tabir var. Sadece ilgi görmek için, çeşitli yöntemlerle hayran kitlesi toplayıp, karşısındaki insanlarla acımadan oynayanlar var.”

    Güneşin batması yaklaşmıştı. Karşıdaki dağın üzerinde gökyüzü güzel bir renk almıştı. Temiz ve serin havada çaylarını yudumluyorlardı. Konuştukları konu aşk acısı ve unutmak üzerine olsa da, içlerinde bir ferahlık hissederek konuşuyorlardı.
    Aşkı gözünde çok büyütmüş, aşık olduğu kişinin kusurlarını görememiş, ama sonra büyük acılar yaşamış kişilerden bahsettiler. Mimar, Blue Valentine - Aşk ve Küller filmini örnek verdi:
    “İlk tanıştıklarında, kız soğuk, düşünceli ve çekingen davranıyordu. Aralarındaki iletişim sorunluydu. Adam bu soğukluğu ve suskunluğu çözmeye çalışıyordu. Genelde böyle belirsiz, sorunlu tutum ve davranışlar; önce insanın kafasında karışıklığa neden olur… Sonra bunu kafasında çözmeye çalışırken; çevirir, kurar ve nihayet hasta gibi aşık olur.
    Çocuk kıza deli gibi aşık. Gözü hiçbir şeyi görmüyor. Kızın birlikte olduğu başka bir erkek daha var. Daha da kötüsü, kız ondan hamile… Erkeğin gözü tüm bunları göremeyecek kadar aşktan kör olmuş. Cinsellikle 13 yaşında tanışan ve daha önce 25 erkekle birlikte olan kıza evlenme teklif ediyor... Ama filmin sonunda bu sahte kabullenme ortaya çıkıyor ve kadına ağzına gelen hakaretleri yapıyor.”

blue-valentine-ask-ve-kuller

Blue Valentine - Aşk ve Küller filminde Dean, evlenmeyi düşündüğü Cindy’nin aslında başka birinden hamile olduğunu öğreniyor.

    Kimyacı:
    “Ama o filmdeki erkek gerçekten çok saftı. Karaktersiz ve vicdansız bir kadın, bir erkeğin hayatını mahvetti. Erkek; sevdiği ve deli gibi aşık olduğu kadınla evlendiğini düşünüyor. Kadın ise; kürtaj yaptıramadığı için, karşısına çıkan bir erkekle evlendiğini ve böylece sorunu çözdüğünü düşünüyor.”
    Mimar:
    “Erkek her yönden güçlü olmalı. Filmdeki kadın çalışıyor, parasını kazanıyor ve eve yorgun geliyor. Eve geldiğinde, evin işlerini de yapıyor, çocuğa bakıyor. Erkeğin eğitimi ve işi, kadın kadar yok. Birkaç yıl sonra, kadın onu evde ayağa dolaşan çocuk gibi görmeye başlıyor. Günümüzde, evliliklerde yaşanan sorunların çoğu böyle. Kadın ve erkek, ikisi de çalışıyor. Bazı ailelerde sadece kadın çalışıyor. Eğer sevgi ve aşk bitmişse, kadın duygusuz, erkek sorumsuz biriyse, küçük bir bahane bile yuvayı yıkmaya yetiyor… Başlangıçtaki güçlü aşklar, maalesef evliliği yürütmeye yetmiyor. Aynı bina içinde, bütçeleri farklı bir adam ve kadın, neden beraber yaşadıklarını sorgulamaya başlıyor. Onları bir arada tutan ne maddi ne de manevi bir bağ kalmadığı için, huzursuzluklar başlıyor. Çocukları düşünen yok. Kadını ve erkeği bir araya getiren neden, yani bir çocuğun ruhu parçalanıyor, ama onu düşünen yok...”
    Mimar devam etti:
    “Erkek; bir kadına bağlanıyor ve gözü ondan başkasını görmüyor. Kadın; erkekler arasından en beğendiğini seçiyor ve daha iyisini bulduğunda başkasına gitme dürtüsü içinde var. “Hipergami” dedikleri şey bu. Elbette her kadın fırsat bulduğunda çekip gitmiyor, içinden gelen bu ilkel dürtüye uymak zorunda değil, diğer dürtüler gibi… Ama böyle bir dürtü içlerinde var.”
    Kimyacı:
    “Hipergami; eş seçiminde kadının kendinden daha üstün olanı seçmesi değil mi?”
    Mimar:
    “Öyle de söylenebilir.”

    Bu kelime ona pek yabancı gelmedi ama şimdiye kadar anlamını düşünmemişti. Kadın - erkek ilişkilerinde, anlamını bilmediği ilginç kelimelerle karşılaştığını söyleyince, Kimyacı birkaç önemli kavramdan daha bahsetti:
    “Mgtow diye kısaltılmış bir kavram daha var. (Men going their own way; kendi yollarına giden erkekler) Kariyerine, kadınlardan daha çok önem veren, kadınları umursamayan ve evlenmeyi düşünmeyen erkekler. Ben bunun çok sağlıklı bir düşünce olduğuna inanmıyorum ama kadınları hayatlarının önünde bir engel haline getirmemeleri önemli.
    Bir de “redpill” var. Redpill öğretisi. Çoğu kişinin anlamını bilmediği veya karıştırdığı bir düşünce akımı. Bir erkeğin, kadınları anlaması ve nasıl davranması gerektiği konusunda ipuçları verir. Erkeğin işi gücü ve parası olmalı… Bu kadın için önemlidir. Fiziksel görünüşle birlikte, duygusal kararlılık ve irade gücü de etkili.”
    Kimyacı, bu kavramlardan bahsettikten sonra, “kadın” konusunun önemsiz görülmemesi için uyarıda bulundu:
    “Kadın; bir erkeğin hayatında çok büyük bir yer kaplar. Eğer kadını oradan çıkarırsanız; erkek ya çok büyük işler başarır ya da çok büyük bir boşluğa düşer.”
    Sonra Hermann Hesse’nin bir sözünü aktardı:
    “Başka nedenler bahane edilse de, hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır.”
    Kimyacı konuşmaya devam etti:
    “Hermann Hesse’nin sözü düşünüldüğünde, özellikle erkeklerin dünya üzerinde yaptıkları şeylerin çoğu, bir kadın için. Amaçlarımız da öyle… Evlilikler, giyecekler, yiyecekler, içecekler, mağazalar, alışverişler, geziler, gösterişli mekanlar, süs eşyaları, elbiseler, diziler, filmler, kitaplar…”
    Mimar:
    “Aslında az önce bahsettiğiniz “mgtow”, “redpill” gibi kavramlar, eskiden beri bilinen şeylerin yeni isimlerle ifadesinden başka bir şey değil. Son yıllarda alfa, beta, gama erkek türleri de çok konuşuluyor. Gama yeni çıkmış. Bir de “Briffault kanunu” var, kadınlarla ilgili. Bu isimler, teoriler, kanunlar; erkek ve kadın doğasında yeni keşfedilmiş şeyler değil. Kadının ve erkeğin doğasını bilip ona göre hareket etmek gerekiyor.”
    Kimyacı:
    “Bir tür erkek fare, hayatı boyunca tek bir dişi fare ile birlikte oluyor. Yani eşine sadakatli. Vazopresin denilen bir hormon bunu sağlıyormuş. Bazı karakterler genlerle, hormonlarla ilgili olabilir. Örneğin, kadınlar evlendikten sonra, cinsel yaşamları sırasında bir hormon salgılıyor. Bu hormon sayesinde kocasına bağlanıyor ve sadakatli oluyor. Gözü başka erkekleri görmüyor. Oksitosin hormonu. Ama daha önce başka erkeklere bu hormonu salgıladıysa, kocasına bağlanamıyor tabi… Günümüzde evliliklerin uzun sürmeme nedenlerinden biri de bu.”

    Güneşin batmasına yakın, Blue Valentine - Aşk ve Küller filminden konu açılmıştı. Yanlış tercih, hastalık derecesinde aşk ve aşk bittiğinde ortaya çıkan büyük sorunları konuştular. Sonra konu “hipergami” ve kadının sadakati, erkeğin güçlü olması konularına doğru kaydı. Merak ettiği konularla ilgili bugün çok şey öğrenmişti. Birisi nasıl aklımıza yerleşiyor, onu hayalimizde nasıl büyütüyoruz ve sonra unutmak için nasıl çabalıyoruz? Tüm bu konularda yeni bilgiler edinmişti.
    Güneş batmış, hava kararmaya başlamıştı. Bir taraftan eşyaları toplayıp gitmeye hazırlanıyorlar, diğer taraftan konuşmaya devam ediyorlardı. Kimyacı, ayrılma ve unutma sürecinde yaşanan acılardan bahsetti:
    “Birini unutmaya karar vermek, ayrılmak, çok zor... Sonrasında yaşanan acıları atlatmak da çok zor. Acı veren bu süreç uzun sürmemeli... Çünkü olay basit bir aşk, kara sevda meselesi değil. Eğer bu süreç uzarsa, beyinde gerçekleşen bazı biyokimyasal olaylar, ömür boyu sürecek başka psikolojik bozukluklara yol açabiliyor.
    Yıllar önce kısa bir hikaye okumuştum. Dülger balığının ölümünü anlatıyordu. Geçen ay, bir alabalık tesisinde o manzarayı canlı olarak gördüm. Balıkçı, havuza sepeti daldırıyor, balıkları dışarı çıkarıyordu. Balıklar bir süre sepetin içinde acı içinde çırpınıyor, sonra ruhlarını teslim ediyordu… Ayrılık acısı işte böyle bir şey… Ruh bedenden sıyrılıp gidiyor…”
    Eşyaları toplamışlar, arabaya binip gitmek üzerelerdi. Havası temiz, manzarası güzel bu dağdan gitmek istemiyorlardı. Çamların arasında biraz daha dolaşıp oyalandılar. Mimar’ın aklına, bir ara ofisinde Kimyacı’nın anlattığı “örümcek ağı” benzetmesi geldi:
    “Örümcek ağının dağılmasına benzetmiştin bir ara aşkın bitişini. Örümcek, ağzından çıkardığı maddeyle, sağa, sola, yukarı, aşağı, çapraz zikzaklar çizerek ağlarını örüyor. Sonra bir rüzgarla hepsi uçup gidiyor. Aşk biterken; insanın kendi kendine kafasında oluşturduğu o bağlantılar da, örümcek yuvası gibi dağılıp gidiyor.”*

    Çam ağaçları ile kaplı dağın tepesinde, mavi gökyüzüne bakarak derin bir nefes aldı. İnsan, içinden unutmak istese de, sevdiği kişi boşluğa doğru, gökyüzüne doğru, bir anda kalbinden çıkıverip gitmiyordu... Ama ağaçlarla kaplı dağda, temiz hava ve bol oksijen, beyninde biriken kara sevdayı, vehmi, kurutur gibi olmuştu, biraz rahatlamıştı...
    Arabada gelirken, biri birini seven insanların, ayrılık öncesi attıkları o uzun mesajları konuştular. Veda mesajları… İkisi de artık bu işin gitmeyeceğini anlamıştır. Bunu konuşarak, mesajla veya e-mail ile kesin bir sonuca bağlamak isterler. Biraz da içlerini rahatlatmayı amaçlarlar. Bu amaçla atılan mesajlar hakkında konuşuyorlardı.
    Mimar:
    “Her şey bitmişse, o son mesaj ilişkiyi kurtarmaz. Sevgisi yetersiz olan ve soğuk davranan bir kişiyi, ikna edip geri getirecek hiçbir bir mesaj yok. Herkes kendi yazdığı metni çok beğenir. Ünlü şair ve yazarlardan daha iyi yazdığını ve karşısındaki kişinin etkilenip geri döneceğini hayal eder. Ama ne yazık ki, böyle bir mesaj yok… Nedense bu mesajlar esrarengiz bir şekilde etkisiz kalıyor.
    Karşıdaki kişi kafasında bitirmişse, hatta ilgilendiği başka biri varsa, o yazılanları okumayacak, okusa da anlamayacak veya yanlış anlayacaktır. Sadece o mesajdaki olumsuz cümleler gözüne batacaktır. Yazana göre duygusal gelen o cümleler, okuyana göre rahatsız edici cümleler olarak görülecektir. Çünkü her şey bitmiştir… Bu mesajların tek faydası; yazan kişinin içini rahatlatması ve 'ben elimden geleni yaptım' duygusunu yaşatmasıdır. Vicdanı biraz rahatlamış oluyor.”
    Kimyacı:
    “Bazıları veda işini canlı yapmak istiyor. Bizzat görüşerek, konuşarak. Eğer taraflardan birinde dengesizlik varsa, bu çok riskli bir yöntem. Hiç beklenmedik kavgalar, şiddet olayları, tacizler, cinayetler yaşanabiliyor. Hatta evli olanlar, bu tip bir sorunu çözmeye çalışırken, yanında akrabalarını, silahlı bıçaklı yakınlarını da getiriyor. Ufak bir yanlış anlamada, yangın körükleniyor ve evden birkaç ceset birden çıkıyor… Maalesef böyle olaylar sürekli yaşanıyor.
    Yangına körükle giden, şiddete meyilli, hiçbir bilgisi ve kültürü olmayan, kavgacı kişilerle sorunu çözmeye çalışmak, sorunu daha da büyük hale getirir. Bir sorun olduğunda, aklı başında bir insanın nasihatı, tavsiyesi, belki faydalı olabilir. Ama kavgacı kişilerle asla sorun çözülemez.”
    Kimyacı devam etti:
    “Ayrılma anlarında, veda mesajlarında, bazen onur kırıcı olaylar da yaşanıyor. Erkek veya kız, aralarında geçen konuşmayı, mesajları, herkese anlatıyor. Bu durum; aslında her şeyin bittiğini ve artık birbirilerine yabancı olduklarını gösterir.”
    Mimar:
    “Ayrılık sonrası uzun mesaj olaylarında, mesajı genellikle terk edilen taraf yazıyor. Ama nedense bu yapılıyor. Her ilişkide oluyor ve herkes sadece kendisinin böyle bir mesaj yazdığını düşünüyor… Galiba insanlar, içimde kalmasın, içim rahat olsun diye böyle bir yola başvuruyor. “Ziegarnik etkisi” oluşmasın, yarım kalıp sonra yeniden başıma bela olmasın, kafamda bitireyim diye düşünüyor olabilir.”
    Kimyacı:
    “Kimi kendini rahatlatmak istiyor, kimi de acaba birkaç satır yazsam, her şey eskisi gibi yeniden başlar mı diye ümit ediyor. Bazı veda mesajlarının içeriğini bir kategoriye koymak da zor. Sevdiğini mi söylüyor, ayrılmak mı istiyor, hakaret mi ediyor, iltifat mı ediyor, belli değil. Çünkü kafasında hepsi var, kafa karışık… Kadınlar bunu daha çok yapıyor. Bu tip mesajların içeriği de aşağı yukarı aynı oluyor. Yaşanan iyi ve kötü anların tekrarı, yanlış anlaşılmaların düzeltilmesi, onunla ilgili olumlu veya olumsuz değerlendirmeler, bazen dua, bazen beddua… Araya sıkıştırılmış bir şarkı, film veya kitap önerisi. Ne yazılırsa yazılsın, her mesajda eksik kalan ve ‘keşke şunu da söyleseydim’ denilen bir şey mutlaka çıkacaktır.”
    Mimar:
    “Ben de bir zamanlar böyle uzun bir mesaj yazmıştım. Aradan biraz zaman geçtikten, sonra o mesajı okuduğumda, gereksiz yere fazla duygusallık yaşadığımı, biraz fazla abarttığımı anladım. Şaşırdım kendi kendime… Ne gerek vardı bu kadar eğilip bükülmeye. Ama insan o zaman göremiyor bunu.”

    Akşam eve geldiğinde, ona atmak üzere yazdığı eski bir mesajı buldu. Yazmıştı ama atmamıştı. Onun ilgisiz, sevgisiz ve kararsız halini çözemediği günlere ait eski bir mesaj, mektup gibi:
    “…Dedemin bana verdiği iki tane küçük arsa vardı köyde. Arsalardan biri, kayalıklar içinde, kuru bir arsaydı. Ara sıra köye gider, o arsaya çiçekler ve ağaçlar eker, çim tohumları atardım. Bir süre sonra, arsayı ilk hali ile karşılaştırdığımda, rüya gibi bir bahçe haline geldiğini gördüm. Kupkuru taş ve toprak, ağaçlarla ve çiçeklerle kaplı, diri ve güzel bir bahçeye dönüşmüştü…
    Diğer arsa köyün dışındaydı. Üniversiteyi bitirdikten sonra, paraya ihtiyacım oldu ve o arsayı satmak istedim. Ara sıra arsaya gider, taşa, toprağa bakar ve bir an önce satılması için dua ederdim. Hiç anlamazdım bu satış işlerinden ve bana satılması imkansız gibi gelirdi. Ama o taşa toprağa duam işledi ve kısa süre sonra bir adam o bahçeyi satın aldı…
    Taşa toprağa işleyen duam, sevgim, ilgim, sana işlemedi... Dağ başındaki kayalık toprak bile yemyeşil oldu... Meyveli ağaçlarla ve güzel çiçeklerle kaplı hale geldi. Ama sana karşı, taşa tapan putperest gibi oldum... Neydi sendeki bu soğukluk, kuruluk, lanetli topraklar gibi… Atom bombası atılmış bir şehir gibi, neden bir canlılık eseri yok sende? Seni Allah’ın rahmetinden uzak kılan bir şey mi vardı? Neydi bu?”
    Önceden yazdığı ama göndermediği bu mesajı okuyunca, ondaki değişik hali, ilgisiz, sevgisiz, kararsız ve tepkisiz ruh halini, daha önce sezdiğini anladı. Piknikte konuşulanlardan sonra, onu unutması gerektiğini düşünmeye başladı... Onu unutmaya başlamak ve ondan uzaklaşmak çok zor geliyordu. Ayrılık acısının kendisini yıpratabileceğini düşünüyordu. Ama şimdi yaşadığı şüphe ve belirsizlik de, o acıdan farksızdı.

    Uzun zamandır izlemek istediği Silver Linings Playbook - Umut Işığım filmini başlatmış, yanına bir kağıt ve kalem almıştı. Bu filmle ilgili çok şey duyduğu için, filmde geçen bazı anları not almak ve daha sonra yeniden izleyip, orada geçen konuşmaları düşünmek istiyordu.
    Filmde Pat, çok sevdiği Niki’nin geri dönmesini bekliyor, onu aklından atamıyor ve sürekli mektuplar yazıyordu. İlaç ve terapi alacak seviyede sorunlu hale gelmişti. Doktor’un kendisine söylediği bir söz vardı: “Bir strateji belirlemelisin.” Aslında birçok insanın yaşadığı sorun tam olarak budur. Kendisine bir yol çizememek... Geleceği düşünüp, buna uygun kararlar alıp, gerekli adımları atamamak. Eskiler buna “İstikamet” dermiş. Bir istikameti olmamak ve o istikamette ilerleyememek…
    Doktor: “Peki, bir ihtimal daha var ve sen de buna hazırlıklı olmalısın. Niki dönmeyebilir. Gerçek aşk, sevgini serbest bırakmanı gerektirir.”
    Pat, kendini terk eden Niki’yi aklından çıkaramıyordu. Aklı ona takılıp kaldığı için, kendini seven ve ilgilenen Tifani’yi gözü görmüyordu... Tifani ile birlikte bir yarışmaya hazırlanırlar. Diğer kadın Niki de izlemeye gelir. Yarışma sonrası, Pat ile Niki, ayaküstü kısa bir konuşma yapar. Bu konuşma, Pat’i çok seven Tifani’nin zoruna gider ve oradan koşarak ayrılır. O anlarda babanın Pat’e nasihatı oldukça önemlidir. Olmayacak biri için boşuna çabalayan ve etrafındaki fırsatları kaçıran herkes için güzel bir nasihat:
    Pat: Tifani nerede?
    Baba: Gitti.
    Pat: Ne demek gitti?
    Baba: Gitti işte.
    Pat: Nerede o?
    Baba: Sana bir şey söyleyeyim. Biliyorum, babanı dinlemek istemiyorsun ama söylüyorum sana. İşaretlere dikkat etmelisin. Hayat böyle sana elini uzattığında, sen de ona uzatmazsan, günah işlersin. Ve hayatının geri kalanı bir lanet gibi gelir peşinden. Şu anda hayatının önemli bir kavşağındasın. O kız seni gerçekten seviyor. Peki, Niki seni sevmiş midir, bilemem, ama şu anda sevmediğinden eminim. Söylüyorum, bunu mahvetme oğlum.
    Pat, babasının nasihatına uyar ve Tifani’nin arkasından koşarak yetişir. Filmin bu romantik sahnesinde, Tifani’nin yaptığı fedakarlıklar ve Pat’in de bunları bildiği ve Tifani’yi sevmeye başladığı anlaşılır.

umut-isigim-tifani-kiskanmasi

Silver Linings Playbook - Umut Işığım filminde, Niki’yi unutmakta zorlanan Pat, onunla ayaküstü kısa bir konuşma yapar. Bu konuşma Pat’i çok seven Tifani’nin zoruna gider.


umut-isigim-kavusma-sahnesi

Silver Linings Playbook - Umut Işığım filminde Pat’in Tifani’ye kavusma sahnesi.

 

Silver Linings Playbook - Umut Işığım filminde Pat’in Tifani’ye kavusma sahnesi.

    Filmi izlemeyi bitirmiş, not aldığı yerleri tekrar bir kez daha izleyip düşünmüştü. Saat epeyce ilerlemişti. Gecenin sessizliğinde uzun uzun düşündü. Baba’nın nasihatı, sanki kendisi için yapılmış gibi içinde yankılandı:
    “…İşaretlere dikkat etmelisin. Hayat böyle sana elini uzattığında, sen de ona uzatmazsan, günah işlersin…”
    Bu söz onu çok düşündürdü… Yeni birini sevebilir miyim, yeniden aşık olabilir miyim? Karşıma yeni birisi çıkar mı? Etrafımda benim göremediğim birisi mi var? Uzun uzun bu konuları düşündü.
    En son aklına bir şey daha geldi. Aklındaki kadını Pat yerine koydu ve bir de böyle düşündü… Onun da aklında başka biri olabilirdi. Aklı başka birine takılıp kalmış olabilirdi. Onu Pat, kendini de kaçıp giden Tifani gibi düşündü… Baba’nın nasihatını bir de onun için okudu…
    “Sana bir şey söyleyeyim. Biliyorum, babanı dinlemek istemiyorsun ama söylüyorum sana. İşaretlere dikkat etmelisin. Hayat böyle sana elini uzattığında, sen de ona uzatmazsan günah işlersin…”

9.Bölüm: Yeni birini sevmek, yeniden aşık olmak mümkün mü?

9.Bölüm'e Geç

 
Facebook Twitter Whatsapp